.jpg)
Meraklısına Notlar…
Okurlardan gelen yorumlar, “Tenis Nereye”yi bıraktığım yerden sürdürmeyi gerek kılıyor.
Önce Davis Kupası!
Davis Kupasının ne denli kurutulduğunu görmek için illa allame-i cihan olmaya gerek yok. Tenisi salt zevk için izleyen biri bile sadece maçları izlese, ITF tarafından işleme sokulan kurgunun ne denli işlevsiz olduğunu hemen anlar. Para için efsane kupanın satıldığı şirket bile bu yüzden iflas etmişken bu yolda devam etmek çok anlamsız.
Dünyanın ilk 10 yıldızından sadece bir tanesi Davis Kupası oynamayı kabul ediyor. O da Alman Alexander Zverev. Ama bu Zverev, aynı zamanda bu etkinliğin başlıca eleştirmeni ! Emin olun abartmıyorum.
Zverev, sistemi her yanıyla eleştirmekle kalmıyor, bu kurguyla oynanması sürdürülürse artık bırakın ilk 10’u, hiçbir yıldızın bu efsanevi kupada yer almayacağını bile söylüyor. Kendisinin de sadece ülkesini temsil etmenin onurunu yaşamak için yer aldığını belirtiyor ki bunun içtenliği de su götürür. Özel hayatında kadınlarla olan ilişkilerini onları hırpalayarak sürdürdüğü için mahkemelerle başı dertte. Tüm topluma “cici çocuk” imajı vermek zorunda! Ayrıca, kendisi baya Rus kökenli ! Adını aldığı pederi, zamanında ortalığı silip süpüren “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” ulusal takımının Chesnokov ve Volkov ile birlikte başlıca oyuncularından biriydi. Sonradan Alman tabiyetine geçtiler.
Öncelikle kupanın başta deplasmanlı olmak üzere, eski geleneksel formatıyla ve 2 yılda bir oynanması için neredeyse tüm oyuncular ve de tenisin ağır-abileri hemfikir (ör: Djokovic, Nadal, Henman, Fognini). İşin rasyoneli de böyle. Geleneksel format derken de amaçlanan şudur: Çekilen bir fikstür doğrultusunda ülkelerin birbirlerine deplasmana giderek karşılaşmalarıdır. Ancak yarı-finale kadar maçların (geleneksel 5 set değil de) üçer set üzerinden oynanması isteniyor.
Bugünkü formatı savunanlar maalesef ya gerçekleri gözardı ediyorlar, ya da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldukları sanrısındalar!
Son derece basit herkesin anlayabileceği bir örnek verelim: Şimdiki formata göre final grubuna katılan 8 ulus, Torino/İtalya’da iki gruba ayrılarak karşılaştılar. Bunların içinden ilk iki takım çapraz yarı-final oynadılar ve kazananlar finalist oldu. Düşünün ki İtalya yenilerek elendi (ki bu son derece olasıydı) ve örneğin Arjantin ile Belçika finale kaldı. Acaba salonda kaç izleyici olurdu? Ya da eleme turlarında Litvanya’da cereyan edecek bir Türkiye-Zimbabwe karşılaşmasını 10 kişi izler miydi? Müthiş bir mücadelenin sürdüğü tenis sporunda salt para kaygısıyla efsane bir kurguyu bu denli zorlamanın bir anlamı var mı? Her şey gibi bunun da bir ara noktası yok mu?
Davis Kupası bu formatıyla artık hiçbir oyuncunun önceliği değildir. Gün artık kaçırılmış, ve vapur da çoktan sefere çıkmıştır. Umarım güvenli bir liman bulunur!
Oyuncular ulusal karşılaşmaları kendi topraklarında oynamak ve vatandaşları önünde mücadele etmek istiyorlar. Bundan daha onurlu bir istem olabilir mi?
------------------------------------
Gelelim profesyonel tenise…Önceki yazımda endişelerden bir nebze bahsetmiştim. Tenisin izleyicileri yıllardır sistemde şeffaflık arayıp bulamıyor. Haksız değiller. Zira bu denli çetrefilli bir sistemi değil izleyiciler, bu sporun yönetiminde olanlar bile çözümlemekte zorlanıyor. Ama maalesef teniste ortaya konulan sistem insanlara güven vermiyor. Ama yıllardır da en asgari müşterekte bile kimseyi memnun ve tatmin edemiyorlar.
Aynı oyuncuların maç sonrası beyanatları gibi. Halkla İlişkiler (PR) tarafından cilalanıp parlatılmış sözcükler silsilesi. Bunlara göre herkes birbirini seviyor, saygı duyuyor, hepsi dürüst, yalandan uzak birer örnek insan. Sanki bir düşler ülkesinde yaşanıyor! Bunları dinlerken sahteliklerinden bıkkınlık geliyor. Oyuncuların büyük bir çoğunluğu ceza alıp kariyerlerini tehlikeye atmaktan korktukları için ortaya çıkıp “yahu bizleri neden böyle önceden cilalanmış sahte söylemlere mecbur bırakıyorsunuz” diyemiyor. Aradan birisi kafa uzatabiliyorsa onun kariyer çizgisi her nasılsa zirve yoluna giremiyor. Avustralyalı Kyrgios, Fransız Benoit Paire çoğu izleyiciye fevkalade sevimsiz gelebilir. Ama bu sporcular böyle yamuklukları dile getirebildiler. İkisi de şimdilerde ortalıkta yok !
Şimdi yeni yılda durumun ne olduğunu ya da ne olabileceğini anlamak için üzerinde uğraşılan planı biraz açalım.
Oyuncular tenisin oluşturduğu gelirin ancak çeyreğine ulaşabildikleri için şikayetçi. Büyük turnuvalar (4 Grand-Slamler) başta Avustralya Açık olmak üzere budanmak tehlikesi yaşadıklarından endişe yaşamıyor değiller. Avustralya’ya yakın bir tarihe Arap yarımadasında bir turnuva monte etmeyi düşünüyorlar. Tabi ki, buraya aktarılacak ödül parasının oyuncuların gözlerini kamaştıracağı aşikar. Eh, hemen yapamasalar da birkaç yıl içerisinde de bu turnuvayı puanlı hale getirirlerse oh ne ala. Coğrafi uzaklığı ve kışın ortasında yaşadığı yaz ile oyunculara zor gelen Avustralya’nın pabucu dama atılıverir!
İşte bu çok güçlü dörtlü bir çözüm aranması gereğini dile getirdiler. Sonuç sıfır çıkınca kimseyi uyarmadan iki haftalık sürelerini üç haftaya uzattılar. Hani laf vardır ya “ben yaptım oldu” diye… Aynen öyle oldu. Kimse sesini çıkaramadı… Çünkü onlar Wimbledon, onlar ABD Açık, Roland Garros ve Avustralya Açık!
Onlar turnuvalarını halka ve oyunculara fevkalade eğlenceli gelen albenili etkinliklerle genişletirken diğer turnuvalar büyüyemediklerinden şikayetçi ve pastadan daha büyük bir dilim almak istiyorlar.
Ve işte herkes ama herkes, turnuva takvimin yoğunluğundan şikayetçiyken ortalığa bir de yukarıda bahis konusu ettiğimiz devasa Arap sermayesi düştü! Çölden sel gibi akan bu paraya dur diyemeyen ATP ve WTA Arap yarımadasına ha babam turnuva koyuyor. Neymiş efendim bunların çoğu puansız sosyal etkinliklermiş! Atalarımızdan kalma bir deyiş vardır: “Sen alemi kör, milleti de sersem mi sanırsın” diye!
Bilhassa (en büyük gelirin kökeni olduğu için) ATP’nin tepe noktasına gelen başkanların her biri, turnuva kurgularıyla oynayıp duruyor. Bu durum artık güve yemiş kumaşa döndü!
Son duruma göre ATP’nin ilk 100 sıralamasındaki oyuncuları kapsayan bir “Premier Tour” oluşturulmaya çalışılıyor. 4 grand-slam’i ve büyük olasılıkla ATP1000 turnuvalarını kapsayacak. Ama hangilerini kapsayacak, kimler soyutlanacak ya da kimler yeni üyeler olacak bir türlü karara varılamadığı için ortalık toz duman. Rivayet edilenler: Indian Wells, Miami, Madrid, Roma, Toronto/Montreal, Cincinnati, Monte-Carlo, Paris ve Shanghai ile kadınların Dubai, Doha ve Beijing’i. Washington, Tokyo ve erkeklerin Beijing’i alesta bekliyor!
Haa, diğer turnuvalar ne mi olacak? Onlar, bunlar, bizler bir “Gelişim Turu – Development Tour” olacağız. Sistem nasıl oluşacak…Bir bilen varsa beri gelsin.
Peki ITF turnuvaları ne olacak? O da belirsiz. Zaten ATP/WTA ile ITF’in girdikleri idrar yarışı herkesin malumu. Bunlar birbirlerini attıkları tırnak kadar bile sevmiyorlar. Ama ITF kendi içinde öyle bir kaos ki bu kumpastan çıkması zor. Öbürleri bunları yutacak gibi !
Peki bizde ne oluyor diyeceksiniz… Onu da herhalde yaşayıp göreceğiz !
Siz yine de hoş kalmaya bakınız.
Bekir EMRE
English